22 Mayıs 2015 Cuma

UNUTULMAZLAR KÖŞESİ: DİEGO LUGANO

"Kah gülünür kah ağlanır yollar gurbete bağlanır
İnsan unuturum sanır unutulmaz unutulmaz
İlkbahar yaz mevsim mevsim bir kaç mektup bir kaç resim
Yıllar geçse o bir isim unutulmaz unutulmaz"

Mehmet Gökkaya'nın yazdığı bu sözler çok kıymetli sanatçılar tarafından okundu. İnsanın tabiat olarak eskiye özlem duymaya meyilli olduğunu düşünürüm. Bu tartışılabilecek bir konudur elbet lakin bu sözü taraftarlara uyarladığımızda tartışmaya mahal vermeyecek kesinlikte bir gerçekliğe ulaşıyoruz. Bazı oyuncular bir sebepten özeldir ve onlar daima özlenir.


Tümer şimdi kullandı. Ters bir vuruş ve gol Lugano!

Tarihe sulu derbi olarak geçen mücadele. Fenerbahçemiz şampiyon gittiği Ali Sami Yen'de 25. dakikada Tümer Metin frikik için topun başına geçtiğinde kenardan sahaya atılan sular atışın kullanılmasını geciktiriyordu. Fenerbahçeli taraftarlar televizyon başında sinir küpüne dönerken Tümer Metin frikiği kullandı rakip savunmanın çabalarına rağmen top bir anda altı pasın içindeki Lugano'nun önünde kaldı ve tabiki "Cesur Yürek" bunu affetmeyecekti. Ardından Türk futbol tarihine geçecek sözleri söyleyecekti Tümer Metin tribünlere dönüp. "Atın atın biraz daha atın da biz de atmaya devam edelim!"

Türkiye Liglerinde defans anlayışı maalesef stoperlerin rakip forvetleri dövmesi üzerine kurulu. Belki de sırf bu yüzden en hırslı olması beklenen oyuncular stoperler. Lugano gibi hamleli stoperler her zaman beğenilmiştir lakin kendisinin buraya konu olmasında en az hırsı kadar attığı kafa gollerinin de etkisi büyüktür. Kendisinden önce Fabio Luciano'yu izleyen taraftarlar kendisinde de bu özelliği gördükçe Lugano'ya günden güne bağlanmıştır. Hatta bestelere konu olmuştur.


Alex frikiği kesti tam içeri
koy şimdi kafayı lugano moreno
lugano moreno ve onun kafa golleri

Sanki cesaretin sahada vücut bulmuş haliydi Lugano.Topa hamleleri, hava topuna çıkışları değil yalnızca yazının girişinde andığımız sulu derbideki golünden sonra rakip tribünlere yaklaşması (ki %100 kasıtlı olduğunu düşünüyorum daha ilk yılıydı nereden bilsin Türk futbolunda cezaların adil olmadığını) bir Ankaragücü maçında saha kenarında yerde yatan Bekir İrtegün'ün bulunduğu bölgeye taşlar yağmaya başlayınca kaçmak yerine arkadaşına eliyle siper olmaya çalışması... Takım olmak bir takımın parçası olmak böyle ufak detaylarla kendini gösteriyordu. Aynı dili konuşmayan, aynı kültürü paylaşmayan insanların bir takım olabildiğini böyle durumlarda görüyoruz. Kendisine gelebilecek bir taşı düşünmeden arkadaşının kafasını korumaya çalışıyor. Tıpkı ekran başında bizim siper olma isteğimiz gibi. Çoğunlukla futbolcuların bizi anlamadığını düşünürüm lakin Uruguay'daki lakabıyla Tota bizim verdiğimiz isimle Cesur Yürek bizi anlayanlardandı. 

2007-2008 sezonunda Edu Dracena birlikte stoperde görev yaparlarken Fenerbahçemiz Chelsea, İnter, Sevilla gibi dönemin güzide takımlarına karşı galibiyetler alıyordu. Şampiyonlar ligi yarı finalinin kapısından döndüğümüz sezonda Lugano tek golünü Sevilla'ya atıyordu fakat ne goldü o gol. Penaltı noktası yakınından kafayla vuruyordu Alex'in kullandığı köşe vuruşundan gelen topa. Öyle bir yere yolladıki o direkte adam olmamasına rağmen kaleci uçup yetişemedi. Hatta iddia ediyorum direkte adam da olsa yükselip engelleyemezdi golü. Tüm vücuduyla hatta hırsıyla atmıştı golü. bütün sezonu o hırsıyla oynadı gerçekten tüm takım. Fenerbahçeli komşusu olan her futbola ilgisiz o yıl sık sık rahatsız olmuştur gürültüden. Çılgınlar gibi sevindiğimiz bir sezondu. Evin içinde kaç kez depar attığınızı hatırlayın. Kaç kez döküldü bardaktan çaylar kolalar gole sevineceğiz derken. Kaç kez uğur denedik kim bilir. Soruyorum şimdi böyle sezonun mimarları unutulur mu?

Biz bir de 2010-2011 sezonu yaşadıkki sormayınız efendim. Sezon başı önce Young Boys'a ardından  Paok'a elendik. Ligin ilk yarısı bittiğinde 33 puanla 3. sıradaydık. Yetmezmiş gibi Türkiye Kupası'nda Yeni Malatya Spor mağlubiyetiyle saf dışı kalmıştık. Ama Antalya'da takıma birşeyler olmuş, takımın özellikle tecrübeli oyuncuları ve teknik heyetin büyük çabasıyla mental olarak başkalaşım geçirmiş bambaşka bir Fenerbahçe 2. yarıda mücadele etmişti. Ne diyordu o dönemi özetleyen bestede "Yitirmeyin umutları, unutmayın taraftarı, Yeni Malatya sonrası, onyenin on altısı" Evet 17 maçı tam 16 galibiyet 1 beraberlikle geçiyordu takım ilk yarı ligde 21 gol yiyen takım yalnızca 13 golle 2. devreyi tamamlıyordu. Bu mental değişimde yerli olarak çok isim sayabiliriz lakin yabancıların çoğu yeni gelmiş olduğundan Alex ile birlikte Lugano önderlik ediyordu yabancıların arasından. Yenen az sayıdaki gol değildi sadece öne çıkaran Uruguay'lıyı. Ligde  7 golü vardı. Belki nicelik olarak çok olmayabilir bu sayı ancak oynadığı pozisyonun defansın merkezi olduğunu lütfen unutmayalım. Duran toplar bizim için ne kadar büyük bir silahtı. Gerçi tüm bu performansı görmeyip şike yaptınız dediler sonra ya neyse işte.

Biz maalesef camia olarak güzel ayrılıkları pek bilmiyoruz. Malumunuz 3 Temmuz sürecinden sonra kulübün mali kayıpları nedeniyle yabancı futbolculara ayrılabilirsiniz dendiğinde Paris SG kulübüne gitmişti oyuncumuz. PSG yıldızlar karması olmaya henüz başlamıştı kendisi her ne kadar orada pek forma şansı bulamasa da o kadroya girebilmesi onun için Fenerbahçe'nin ve burada gösterdiği performansın ne kadar özel olduğunu gösterir. (ki sanırım ilki olmadan ikincisi bu denli mümkün olmuyor) Ayrılığında o dönemki teknik direktörümüz Aykut Kocaman ile yanyana oturup verdiği demeç eğer hafızanızda yok ise lütfen izleyiniz. Daha sonra Alex'in de dillendireceği gözlerimizi dolduran ifadelerle "artık profesyonel anlamda buranın oyuncusu değilim bu yüzden Fenerbahçe camiası bir taraftar daha kazandı diyebilirim" demiştir.

Geçen yaz Dünya Kupası'nı izlerken hatırlattı kendini bana. Aslında objektif olmak gerekirse eski Lugano'nun yerinde yeller esiyordu. O performansını yaş nedeniyle olsa gerek kaybetmişti ama bir pozisyon vardıki ah çektirdi bana ta derinden. İtiraz için bebek yüzünün ortasında gözlerini fal taşı gibi açıp hakemin üzerine koşuyordu Lugano. İşte o zaman aklıma düştü Lugano ve ona duyduğumuz hasret. Hatırıma geldi Türk Telekom Spor Kompleksi'nde Galatasaray'ın ilk mağlubiyetini yaşadığı akşamda sahaya atılan rakı şişesini hakeme hemen vermeyerek nasıl yayıncı kuruluşun gözüne soktuğu. O gece de rakibi defalarca ofsayta düşürecek başarılı defans anlayışımız...

Hırsına kimileri çirkeflik yakıştırması yapsa da Ferrari'nin kendisine dirsek attığı akşam foyaları ortaya çıkmıştı. Dirsek yediği için suçlanır olmuştu bir oyuncu hem de topsuz alanda. Velhasıl kelam özlenen özel oyunculardandı. Hep hücumcular yıldız gösterilse de Fenerbahçe defansının parlayan yıldızıydı o. Tam 190 kez giydiği forma altında 26 da gole imza atmıştı 5 sezonda. Özlenir sevgili okuyucular böyle futbolcular özlenir. Formanın hakkını verenler 4 yıl 5 yıl değil 25 yıl da geçse onu izleyenler için özlenir.

Oğuz Cicak

10 Mayıs 2015 Pazar

UNUTULMAZLAR KÖŞESİ: TUNCAY ŞANLI

"Kah gülünür kah ağlanır yollar gurbete bağlanır
İnsan unuturum sanır unutulmaz unutulmaz
İlkbahar yaz mevsim mevsim bir kaç mektup bir kaç resim
Yıllar geçse o bir isim unutulmaz unutulmaz"


Mehmet Gökkaya'nın yazdığı bu sözler çok kıymetli sanatçılar tarafından okundu. İnsanın tabiat olarak eskiye özlem duymaya meyilli olduğunu düşünürüm. Bu tartışılabilecek bir konudur elbet lakin bu sözü taraftarlara uyarladığımızda tartışmaya mahal vermeyecek kesinlikte bir gerçekliğe ulaşıyoruz. Bazı oyuncular bir sebepten özeldir ve onlar daima özlenir.


Ortega, Bir kafa ve goooool Tuncay.


Sene 2002. Sakaryaspor'un genç yeteneği Tuncay Fenerbahçe'de. Henüz 20 yaşındaki oyuncu eylül ayında ilk maçına Gaziantepspor karşısında çıkacaktı. Büyüklerde çok genç harcandı Türk futbolunda. Oysa bu geleneğin aksine Tuncay Şanlı ilk resmi maçına çıkalı henüz 2 ay bile olmadan, taraftarın her sezon iple çektiği Galatasaray maçında daha maç başlamadan kendisinden ne kadar çok şey beklendiğini gösterircesine tribünlere defalarca çağırılıcaktı. İlk sezonunda 20 yaşında bir genç golü atıyor ve malum eziyet başlıyordu kasımın 6'sında. Tuncay Şanlı yükselip o topa kafayı vuruyor ve top ağlarla buluşuyordu belki de daha önemlisi kendisi için pankart açan taraftara koşuyordu. O, pankarta doğru koşarken kalbimize bir taht kuruldu. 17 sayısı artık benim gibi bir Çanakkaleli için bile daha fazla anlam ifade eder hale gelmişti. 
 
Tuncay Şanlı adını duyunca herhalde hepinizin aklına topu sürerken sağa sola savrulan saçları, en az saçları kadar savruk oyunu gelmiştir. Acaba alt yapı eğitimini başka bir ülkede daha yüksek standartlarda alsa acaba inanılmaz bir yıldız mı çıkar yoksa taktik bilgisi kalpten oyunun önüne geçtiğinden daha sıradanlaşır mıydı bilinmez. Bilinen birşey varsa, özellikle son sezonlarda, çok özlendiğidir. Sahadaki taraftardı Tuncay. Basketbolda sık kullanılan deyimle takım sıkışınca sazı eline alır, rakip kışkırtmaları onun oyununu alevlendirirdi. Ali Sami Yen'de bir baba hindi yapacak kadar, Çok Güzel Hareketler Bunlar'da bir sahne göründüğünde bize hasretle iç çektirecek kadar, Alex'e Fenerbahçe adına ilk golü attığında yanındaydım futbolu bırakırken de yanında olmak isterdim diyecek kadar bizden O.

İngiltere'ye gittikten sonra ön liberoya çekilecek kadar hırslı ve mücadeleci bir oyuncuydu lakin bileklerini de son derece iyi kullanır zaman zaman zor vuruşlarla çok estetik gollere imza atardı. Hemen akla Manchester United maçı gelmiştir. Hattrick yaptığı maçta inanılmaz bir röveşata golüne imza atmıştı. Lakin Tuncay Şanlı'nın oyun karakterini tam anlatan gol hiç şüphesiz bu değil. Milan'a karşı 1-1 sürdürülen inanılmaz oyunun son dakikalarında 2 gol yiyip 3-1 mağlup dönmüştü Fenerbahçe İtalya'dan. Hem ümit verici hem heves kırıcı bir maçtı. Öyle çok yaklaşmıştıkki puana hatta puanlara. Kaka son dakikalarda ipi çekmişti işte. Hemen o hafta sonu Beşiktaş maçı; son dakikalara Fenerbahçe bu kez önde girmiş maçın sonunda Kleberson'un füzesi skoru eşitlemişti. İşte tam o anda sahadaki isyan kendini gösterdi. Topu aldığında henüz 3. bölgeye giriyordu lakin uzun adımları, hızı ve Nobre'yle giriştiği verkaç sonucunda penaltı noktası civarındaydı ve top da önündeydi. Zor pozisyonda güzel vuruşla golü atıp 3 puanı Fenerbahçemize getirdi. O maç bir kandil akşamına denk gelmişti. Köyde camiden çıkar çıkmaz arabaya koşup maçı dinlemeye başlamıştık babamla. Kleberson'un golü gelince çocuk aklımla dualarım kabul olmadı mı acaba diye düşünmüştüm. Tuncay Şanlı o gece bendim sanki eminimki dualarımız aynıydı, o golden sonra takım arkadaşlarıyla kutluyordu bense babamla ama sonuçta ikimiz de sakatlanmıştık. Eminimki ikimizde sakatlığa rağmen deliler gibi mutluyduk. Dedim ya işte bizden O.

Ben endüstriyel futbol lakırdılaşmasını pek sevmem lakin aradığımız o amatör ruh Tuncay Şanlı'ydı. Açıklamalarında konuşmalarında beyefendiliğinden taviz vermez lakin takım arkadaşlarıyla olan sıcak ilişkilerini bir küçücük videodan dahi anlayabiliriz. Tuncay Şanlı kazanılan bir maç sonrası mikrofonu eline almış Pierre Van Hooijdonk'a uzatmış İngilizce maçı sormaya çalışıyor lakin Pierre ona "ibne" diye cevap veriyor. Belli ki herkes onu çok seviyordu. Tıpkı bizim dönemimizde doğan çocuklara verilen Oğuz-Aykut-Rıdvan isimleri gibi Tuncay adı verilir olmuştu çocuklara. 5 sezon forma giyip 3 şampiyonluk yaşayıp ayrıldı Fenerbahçe'den. Ve İngiltere macerası başladı. Açıkçası bu yazı için istatistiklere de bir bakayım demesem İngiltere macerasının kötü geçtiğini yazacaktım lakin ilk iki sezonda 75 maçta forma giymiş. Sonrasında bir süre Almanya, yeniden İngiltere... Acaba döner mi? Kadroda bile olsa yeter forma girene kadar kulübeden bile çok iş görür dediğimiz bir transfer sezonunun ardından Bursaspor. Allah'a şükür rakip formayla bile olsa çıplak gözle izlemek nasip oldu Tuncay Şanlı'yı. Maçtan önce tribüne çağrıldığında öyle içten selamladıki bizi... Her paragrafta bizden diye yazıcam herhalde. Hakikaten bizden. Golü atınca kusura bakmayın görevim bu der gibi bir hareketi vardı hoş gole ofsayt çalındı ama o bu düdüğü bilmeden bizim kalbimizi yeniden kazanmıştı.
Alex'in jübile maçında oynayacağını öğrenmeden bir iki gece önce rüyamda gördüm. Bir halı saha maçı vardı. Tel örgünün arkasındayım Tuncay Şanlı sahada. Gol atıyor sevindiğimi görüp yanıma geliyor. "Abi" diyorum "çok özlemişim seni izlemeyi. Ölmeden çubuklunun altında bir kez gördüm ya." Gülümsüyor bana ve "eyvallah kardeşim ben de çok özledim bu formayı" diye cevap veriyor. Rüyamda bile adam!
Bu kulüpte çok futbolcu oynadı, çok futbolcuya maaş ödedi bu taraftar. Çok azı senin kadar gönülden oynadı çok azıyla senin kadar gönülden bağ kuruldu. Eyvallah abi çok sevindirdin bizi. İnşallah daha sevindireceğin günler olacak. İngiltere, Almanya ligi tecrübelerin var 80 kez A milli formayı giymişsin birlikte yaşanacak daha çok zaferlerimiz var be abi. 204 maçla 77 golle 25 asistle kurulup biticek bir ilişki değil seninle bu taraftarın ilişkisi...
Oğuz Cicak



8 Mayıs 2015 Cuma

ZAFER GÜVENENLERİNDİR

3 Temmuz 2013 kulübün başından geçen en güzel tarihlerden biriydi bana göre. Zira o gün Zelimir 'Zeljko' Obradovic, Ülker Sports Arena'da taraftarların da katıldığı törenle 2 yıllık resmi sözleşmeye imzayı atmıştı. Tarihin yine 3 temmuz'u göstermesi ironikti de bir yandan. 2011 yılında yaşanan süreç malum. En kötü günlerden biri de en iyi günlerden biri de aynı ayın aynı gününe denk geliyordu böylece. İlgili ilgisiz herkesin dikkatini çekti bu hamle ve bir şeylerin değişeceğinin sinyalini verdi.




2003-2004 yılında NBA'deki Detroit Pistons şampiyonluğundan bu yana basketbolu takip ederim. Avrupa basketbolunu pek sevmediğim için çok sevdiğim çubukluyu bile izlemezdim basketbolda, göz ucuyla arada bakardım sadece. Pianigiani dönemiyle değişmeye başladı bu, Obradovic'in gelişiyle değiştiği kesinleşti. NBA kadar sevmesem bile işin içine taraftarlık da girince kaçınılmaz oluyordu zaten sevdiğim bir sporda desteklediğim takımı takip etmek. Basketbola karşı ilgili olup da Obradovic ismini duymamak mümkün değil. Adı geçmeye başlar başlamaz çok heyecanlandım ve o süreci adım adım takip etmeye çalıştım. İlk olarak bunu başardı Obra. Ben ve benim gibi taraftarlara takımın varlığını hatırlattı. Hatta basketbola hiç ilgisi olmayan taraftarlara bile yeni bir kapı açtı. Bu sezon normalde basketbol izlemeyip de izlemeye başlayan bir sürü insan var benim çevremde.

Haftaya bu saatlerde kulüp tarihinin en önemli maçlarından biri oynanıyor olacak Madrid'de. Kupaya uzanmak için ilk müsabaka olan Real Madrid maçı. Bunun için ne kadar teşekkür etsek az koça. Çoğumuza, unutmayacağımız bir anı bahşetti şimdiden. İleride anlatılacak bir takım yarattı. İlk kez çıkmıştık o seviyelere ve çok güzel, özel ve karakterli bir takımımız vardı diye anlatmaya başyacağımız bir takım. Çubuklunun hakkını sonuna dek veren bir takım. Benim izlediğim en karakterli takım. Düştüğü yerden ayağa kalkabilen ve vazgeçmeyen bir takım. Tel Aviv, Atina (Panathinaikos+Olympiakos), Moskova ve Barcelona deplasmanlarının hepsinden galibiyet çıkaran ve de bunu bir sezon içinde yaparak ilk olan bir takım (Bu istatistiğe ilk dikkat çeken Utkan Şahin'e de teşekkürler). 2014-2015 Fenerbahçe Ülker kadrosu böyle anılacak bir takım işte.



Eski yazılarıma göz attım geçen hafta. Hiçbir zaman koça güvenimi kaybetmediğimi bir kez daha görüp mutlu oldum. Top 16'da içeride kaybettiğimiz Olympiakos maçı sonrası Final 4 zora girdi diye düşünüyordum. Zira Final 4 için önemli adımlardan biri olan saha avantajıyla gruptan çıkmamız çok zorlaşmıştı fakat koç bir kez daha zoru başardı. Bu düşünceye rağmen koça güvenimi hiç kaybetmedim, nadiren sarsıldığı oldu ama o yoldan sapmadım. Özellikle koça güvenenler ve inananlar bu sevinci sonuna kadar hak etti. Zira Obradovic gibi bir isme bile nasıl eleştiriler, iftiraya varan saptamalar yapıldığını hepimiz gördük. Sana inanıp güvenenlere bu mutluluğu yaşattığın için kendi adıma bir kez daha teşekkür ederim koç. Kariyerinde hemen her başarıyı bulundurmana rağmen hala işini hakkıyla yaptığın ve burayı evin gibi benimsediğin için de. Bizi çılgınlar gibi sevindirdiğin için de. 



Sonuç ne olursa olsun harika bir sezon geçirdik. Bu harika sezon umarım kupayla taçlanır. Koç baştan aşağı değiştirdi buradaki yapıyı. Hatta son olarak taraftara da son derece haklı bir sitemde bulundu Anadolu Efes maçı sonrası. Bu takım çok daha fazla desteği hak ediyor. Umarım bunun farkına varır ve bir daha Obra'yı böyle bir hayal kırıklığına uğratmayız. Yapı böyle devam ettiği sürece (Obradovic ile yola devam edildiği ve yönetimin Ülker'de olduğu müddetçe); bu sezonki Final 4 başarısının havada kalmayarak, istikrarla pekişeceğine inanıyorum. Bu takımın bu yola girmesinde emeği geçen; Ülker grubu, Ahmet Özokur, Zeljko Obradovic, Maurizio Gherardini ve kalan herkese dolu dolu teşekkürler. Yolumuz açık olsun, Madrid'in sonu bugünlerden de mutlu olsun. 

Aybars Elmacıoğlu (@aelmacioglu)

2 Mayıs 2015 Cumartesi

KARPUZ KABUĞUNDAN GEMİLER YAPMAK*

Fenerbahçe Ülker ile Euroleague F4'u yaşayarak yılların özlemini giderdiğimiz şu günlerde Fenerbahçe Spor Kulübü hakkında haddimi aşarak birkaç filozofik laf etme gafletinde bulunmak istiyorum.

Bunun birçok boyutu olabilir fakat ben sportif boyutu ile ilgili soruyorum. Başarıya nasıl ulaşılır? Elbette bu sorudan önce başarı nedir sorusunu da cevaplamak gerekir ama bu konuda şimdilik daha yüzeysel kalalım ve başarı konusunda daha genel geçer tatminleri kıstas olarak kabul edelim. Cevaplarınızı duyamıyorum ama birkaç fikrim var.
  1. Mali uygunluk,
  2. Altyapı,
  3. Fiziksel ortam,
  4. Koordinasyon,
  5. Nitelik ve nicelik olarak yeterli personel.
Şıkları onlarca olacak kadar çoğaltabiliriz ve irili ufaklı hepsi de başarıya giden yolda önemli bir değerdir de. Neyse ki şu an bestseller raflarında yeri garanti bir uyduruk kişisel gelişim kitabı yazmıyorum. O yüzden kısa yoldan söylemek istediğimi söylemek istiyorum. Yukarıdaki şıklar ve daha fazlası ile "takım olunur".

Bütçe (mali uygunluk), basketbol eğitimine ve gençlere verilen önem (altyapı), Ülker Sport Arena ve tesisler (fiziksel ortam), Maurizio Gherardini, Obradovic, Ömer Onan ve basketbolcular ( koordinasyon ve personel). Fenerbahçe Ülker özelinde tüm bu şartları yerine getirmek eşittir başarıyı getirmek olmayacaktı. Olsaydı zaten salona çıkmaya gerek yoktu.




Bir spor kulübü gerçekten büyükse tarihinde istemeksizin bazı sembolleri ortaya çıkarır. Bu sembol bazen kulüp başkanı bazen sporcu hatta bazen bir kulüp emekçisi bile olabilir. Stadyumlarında, salonlarında ve diğer başka tesislerinde bunların izini görmek mümkün olur. Sol bek Şenol Ustaömer 1988'de Fenerbahçe kadrosuna katıldığında ve 103 gollü muhteşem kadronun asli unsurlarından olduğunda bugünlerde sol bekimizi koruyan Caner Erkin dünyaya gelmişti. 

Kulüplerin tarihi değiştirilemez ama geleceği yorumlaması ve felsefesini değiştirmesi gerekir. Günümüz basketbolu da bu açıdan değerlendirilmeli. Biraz da eski kafa ile Melih Mahmutoğlu'nun İbrahim Kutluay olmasını beklerseniz bolca eleştiri yöneltmeniz olağandır. Oysa ki günümüz basketbolunda ne Bodiroga var ne Kutluay ne de Myers. Melih bizim Brad Oleson'ımız, Jaycee Carroll'ımız olmalı. Navarro'nun bile Navarro gibi oynamadığı düşünülürse basketbol temel anlayışının da değişmesi elzem. İşte Obradovic'in başarısı da bundan kaynaklı. Hemen her bölgede fundamentalı yüksek ve doğal olarak takım oyununa yatkın oyunculardan modern bir basketbol takımı ulaştırmaktı hedef ve büyük ölçüde gerçek oldu. Dışarıdan bakılınca bu konuda en sıkıntılı oyuncu Goudelock'tı. Onun şu an geldiği noktada bireysel oyununu minumuma indirdiğini görüyoruz. Bana göre ise asıl sıkıntı Bogdanovic'te. Çünkü Obradovic'in ona biçtiği kıyafet çok farklı ve hala daha o kıyafet ona bol geliyor. Savunmada penetreye karşı hep bir adım geride kalıyor, topu elinde çok tutuyor ve hamle yapmakta geç kalıyor. Onun potansiyelinin elbette farkındayım ve bu sene olmasa bile önümüzdeki sene Obradovic ondan "beklediği 3 numara"yı yaratabilir. Ve tekrar kişisel yorumumu eklemem gerekirse onun sahadaki rolü biraz törpülenebilir.

Spor kulübü olmakla ile ilgili konuşuyorduk. Spor kulübü iseniz var olduğunuz branşlarda kendi efsanelerinizi yaratırsınız. 
Kim Yeon Koung.
Eda Erdem Dündar.
Birsel Vardarlı.

Efsane yaratmak için ise bir şampiyonun ruhuna sahip olmalısınız yukarıdaki şıkların hepsinin de önünde.

*2003 yapımı Ahmet Uluçay filmi.

Dmitri Fedorovic

13 Nisan 2015 Pazartesi

NE DEĞİŞTİ?


Ülker basketbolda yönetimi ele alarak dönüşümü başlattı ve ardından kim bilir kaçıncı söyleyişimiz: ZELJKO OBRADOVIC geldi. Gelişiyle beraber herkeste şubenin değişeceği umudunu ekmişti. İlk sezon biraz hayal kırıklığı yaşasak da koç takımı tanıyordu daha. Sonuçta kolay bir camiaya gelmemişti. Uzun yıllardır yapılan yatırımların karşılığının alınamadığı, Karakaş belası yüzünden yatırımları ölçüsünde büyüyemeyen bir yapıya gelmişti, PAO'da geçirdiği uzun yıllardan sonra. Dönüşüme değinmişken Maurizio Gherardini'nin varlığını da tekrar hatırlatalım. Türk sporundaki kurumsallaşamama belasından sıyrılmış bir yapı oluştu sonunda Fenerbahçe Ülker'de.

Koç kendi kariyerine kıyasla başarısız 1.5 yıl geçirerek başladı İstanbul'daki kariyerine. İkinci sezonda da ilk sezon kadar olmasa da iyi bir ilk tur geçirmiştik. Korkuyordum yine de içten içe. Herkes umutlu da olsa Top 16 öncesi soru işaretleri vardı kafalarda. İşte tam bu noktada Obra adeta ben buradayım dedi. Hem takıma hem camiaya etkisini hissettirdi. Futbola odaklanmış birçok taraftar artık basketbolu da takip ediyor/takip etmeye çalışıyor mesela. Belli ana başlıklar üzerinden takımdaki değişimi anlatmaya çalışacağım şimdi.

"Bu savunmayla ne yaparız?" diyordum Top 16'dan önce. Seviye yükselince savunmanın ayak uydurup uyduramayacağını kestiremiyordum. Obradovic takımlarının savunma kimliğini yıllardan bu yana biliyorduk. Fenerbahçe Ülker'de bunu henüz gösteremediğini de. Top 16'nın başlamasıyla beraber inanılmaz bir ivme yakaladık savunmada. Takımın bir anda bu kadar keskin bir savunma yapısına kavuşması beni hala şaşırtıyor. Her oyuncunun yapabilecekleri belirlenmiş ve takım savunması oturmuştu. Özellikle oyuncu gelişimlerinde söz edeceğim Vesely'nin gelişimi çok büyük etken burada. Savunmanın Top 16'daki oyuna adapte olamamasını bıraktım, takımın ana silahı oldu. Çok maçta gördüğümüz üzere savunmayla karşı takımı yıpratarak oyunu kaosa sürükledik gitgide. Takımın; ilk grup aşamasında maç başına yediği sayı ortalaması 78.7 iken Top 16'da 74.85'e düşmüş, ilk grupta maç başına çektiği ribaund ortalaması 34.4(24 takım içerisinde 16. olmuşuz bu alanda) iken Top 16'da 36.5'a(Maccabi ile beraber 4.) yükselmiş. Savunma istatistiklerle anlatılamıyor tabii. Takımın savunma ve ribaund konsantrasyonları özellikle Anadolu Efes, CSKA Moskova ve Olympiacos deplasmanlarında çok yüksek seviyedeydi. 

"Ya tamam iyi hoş epey guard aldık ama oyun kurarken sıkıntı çekiyoruz." diyordum. Zisis gelince rahatlamıştım zaten daha izlemeden. Tam ihtiyacımız olan parçaydı. Yunan guard zaten Avrupa basketbolunun sigortası. İnsanın içi ferahlıyor. Zisis organizatörlük anlamında beklenen katkıyı da sağladı zira. Şut ritmini hala tam yakalayamamış olsa da takıma alıştı ve bekleneni veriyor. Takımdaki serbest atış hastalığının ona da bulaşması aklıma gelen kendisiyle alakalı tek olumsuz şey.

Ve oyuncu gelişimi. Direkt kendi takımında tanık olmak bambaşka bir duygu. Sezon içinde nasıl bu kadar üzerine koyabilir diyerek ağzım açık izledim; Jan Vesely'i ve Andrew Goudelock'u.



Jan Vesely, NBA'de beklediğini bulamayıp Avrupa'ya geri dönen pozisyonunu da tam olarak kestiremediğimiz bir oyuncu profilindeydi. Amerika'ya giden her oyuncunun ayı gibi döndüğü malum, Jan da epey kalınlaşmış/kalıplanmış ve 5 numara savunabilecek hale gelmişti neyse ki. Pivot oynamadığı zaman spacing açısından problem oluşturuyor çünkü şutu da olmadığı için. Devamlılık sorunları yaşayabilen, atletik yetenekleri üst düzey, deli dolu enerjik, özellikleri hasebiyle savunmada çok etkin olabilecek ama pozisyon bilgisinin henüz yeterli olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir oyuncuydu sezon başı. Obradovic'in elinin altında büyüdükçe büyüdü. Önce savunma etkinliğini gitgide yükseltti ve FBÜ'nün pota altındaki sertlik ihtiyacını karşıladı. Atlet özellikleri ve ayak hızıyla sadece pota altında değil maç sonlarında karşı takımın liderini de savunabilmesiyle daha da kıymetli onu da not düşelim. Uzun rotasyonu içinde savunmada fark yaratan bir numaralı oyuncu olma potansiyeli vardı takımda ve o potansiyele ulaştı. Serbest atışlarda dehşet bir yüzdesi vardı. Şubat-Mart gibi orada da kendisi için ciddi bir sıçrama yaptı. En azından artık Jan'ı çizgide görünce suratımı buruşturmuyorum. Hücumlarda genelde, sahayı hızlı katetmesi ve çektiği hücum ribaundlarıyla etkili oluyordu. Pota çevresinde etkisini de çok arttırdı sezon başına oranla. Özellikle pota yakınlarında kendine has yarım hook tipi bir atış belirledi ve yüzdeli bitirmeye başladı bu atışları. Savunmacısı switch yaparsa ve de Vesely onu itebiliyorsa özellikle çok ciddi bir tehdit oluşturuyor oradan.



Andrew Goudelock da Jan gibi NBA'de istediğini bulamamış ve yolu Avrupa'ya düşmüş bir oyuncu. Geçen sezon Zisis ile beraber Unics Kazan forması giyerken sezon başı İstanbul'a geldi. Ne kadar temiz bir şutör olduğunu zaten biliyorduk. Drew sezon başından beri skorer kimliğini yeterince kanıtladı. Değişimi de oyunun diğer taraflarında zira. Özellikle şut ritmini yakalayamadığı günlerde çok eleştiri alıyordu. Koçun topla oynamasına o kadar izin vermesinin ve takımın o zamanlardaki oyun yapısının da etkisi yadsınamayacak kadar çoktu bana göre. Şuursuz top kullanımını gitgide kıstı sezon içinde. Çok ideal bir kıvama taşıdı. Zaman zaman topu dilediği gibi kaldırıp atma lüksü olacak ve olmalı da. Abartmamayı başarınca bu tip skorer oyuncular çok daha özelleşiyor. Tercih mekanizmasında ciddi gelişim yaşadı bu sezon içinde. İkili sıkıştırma geldiğinde far görmüş tavşana dönüyordu başlarda Drew, şimdi ikili sıkıştırmanın geleceğini önceden kestirip pası çıkartabiliyor. Sıkışık durumlarda yaptığı top kayıplarını ciddi biçimde azalttı. Oyununa aklını daha çok koyuyor özetle. Savunmada çok kolay geçilen bir oyuncuydu. Hala öyle çok zor geçilen bir oyuncu olduğunu söylemek zor tabii ama savunmada gösterdiği gayreti yükseltti. Muhtemelen kariyerinin hiçbir döneminde ahım şahım bir savunması olmayacak zaten. Savunmasını belli bir seviyeye yükseltmesi bile takıma yansıyor, bu yüzden o adım önemliydi. Avrupa'nın en formda skoreri bu sezon kendisi. Konu dışı da olsa bu kısım oğlu İNANILMAZ SEVİMLİ. Maşallah diyelim buradan.

Takımın oyun yapısından bahsetmeden geçmek olmaz. En verimli yolu seçmedik belki ama seçtiğimiz yolda oynanacak neredeyse en verimli oyunu oynuyoruz. Savunmada karşı takımı boğarak oyunu kilitleyip oyunu bire bir yaratıcılığa döküyoruz maçın sonları yaklaştıkça. Savunmada bu işi iyi de yapıyoruz. Sezon içinde iyice keskinleşti savunma o yönde. Oyunu kilitlemek istediğimiz zaman genelde başarılı oluyoruz. Özellikle önemli maçların sonlarına kaos hakimdi. Her iki takımın da düzen dışına çıkıp oynadığı dakikaları bolca izledik. Takım da bu oyunu oynamaya alıştığı için kazanma yolunda bir adım öne çıkıyoruz. Oyuncuların şut ritmi her gün aynı olmuyor dolayısıyla belirli maçlarda kumar niteliği de teşkil ediyor bu oyun. Özellikle kısalar gününde değilse, mesela Drew el üstü üçlüklerini sokamazsa oyunun sıkıştığı o anlarda kriz yaşanabilir. Zisis geldikten ve hücumdaki organizasyon sıkıntımız düzeldiğinden beri spacingimiz çok üst seviyede. Gerek içerideki gerek dışarıdaki oyuncular savunmanın açığını işleyecek şekilde hareket ediyorlar hücumlarda. Vesely alçak postta topu alıp içeri kıvrılırken bir anda dışarıdaki boş kısayı görebiliyor, Nemanja Bjelica(onun adını anmak yeterli zira yaptıklarını anlatmaya kalksak ayrı bir yazı yazmak gerekir). Hücumdaki en önemli gösterge spacing olduğu için onu başa yazıyorum. Bir takımın spacingi iyiyse ve oyuncuları öküz değilse o takım iyi hücum ediyordur zira. Alan paylaşımı üst düzey olunca sayı bulmak çok kolaylaşıyor sonuçta. Oyuncu grubu birbiriyle iyi kaynaştı, bencillik eden yok, ekstra paslar atlanmıyor hücumlarda(hatta suyunu çıkarıyoruz bazen) ve takım olduk. Oyuncular bunu hissettiriyor. Ömer Faruk Yurtseven'in basketinde benchin tepkisi bunu anlatmak için çok yerinde bir örnek. 



Şimdi gelelim son haftalarda bizi en çok üzen olaya. Ricky Hickman. Maalesef sakatlığından ötürü sezonu kapattı. Kariyerini de etkileyebilecek kadar ciddi bir sakatlık geçirdi. Tekrar geçmiş olsun. Hem Ricky için hem de takım için üzüldük. Savunmada topa baskıyı en iyi yapan, hücumda da penetreci diyebileceğimiz yegane oyuncumuzdu. 

Takımın oturan oyununu bozmasa da sekteye uğratabilecek bir durum çıktı ortaya. Zira artık Hickman'ın oynadığı rol rotasyonun diğer oyuncularına düşüyor. Özellikle Zisis, Bogdan ve Emir'e binecek yük burada. Zisis'in şut formunu tam yakalayamadığından bahsetmiştik, durum böyle olunca zaten pek top kullanmayan Zisis daha da az top kullandı, orada alacağı sorumluluğu bir tık yükseltmesi gerek. Bogdan çok akıllı bir oyuncu, pozisyon bilgisi üst düzey, çok afedersiniz kendisi Sırp zaten, doğal yani bunların olması. Şimdi savunmada Hickman'ın yokluğunda daha çok sorumluluk alması gerekecek düzenin aksamaması için. Hücumda da oyun kurucu olarak Zisis'den arta kalan dakikaları oynaması gerekecek. Kenan'ın oynadığı her dakika maalesef eksi yazıyor hanemize. Kenan ne kadar az sahada kalırsa Maccabi maçlarında o kadar az yara alırız. Emir için de benzer şeyler geçerli. Özellikle savunmada oyuna çok daha konsantre olması gerek. Özellikle dememin sebebi Emir'in en büyük probleminin istikrarsızlık olması. Hücumda da yeri geldiğinde şutuna güvenmesi gerek. O da en büyük ikinci problemi. 

Hickman'ın yokluğunda neler yapabiliriz kısmından kısaca Top 8'e girelim. Öncelikle play-off serisi oynarken takımın başında Obradovic'in olması inanılmaz rahatlatıyor beni, sıvamadan geçmeyelim koçu. Olympiakos maçlarındaki gibi hücum ribaundlarını zorlayıp Maccabi'nin hızlı çıkmasına engel olmamız gerek öncelikle. Savunmada Devin Smith'e yoğunlaşıp Jeremy Pargo'yu kendi haline bırakmak da güzel bir strateji. Atarsa Pargo atsın nasılsa bir yerde takımı yokuştan aşağı yuvarlar. Maccabi pota altının eksikleri malum. Sofo savunmada çok zayıf bir oyuncu mesela, Tyus da atlet ve fena bir savunmacı olmasa da Hines gibi isimler kadar savunma bilgisine sahip değil. Uzun rotasyonunu sürekli şekillendirip işlemek gerek orayı. Oğuz'dan güzel bir katkı bekliyorum bu seride, koç o tip rotasyonları çok iyi yaptığı için. Oyunun geri kalan taraflarında Top 16'daki oyunumuzu ortaya koysak yeterli olacağı kanaatindeyim. 

İşte bunlar değişti. Top 16'da ne yaparız, düzenli Top 8 gören bir takım haline gelsek, boşverin yahu ilk ikiyi zaten CSKA ve Oly var takımın ayağı alışsın oralara derken saha avantajıyla ve serinin favorisi olarak çıkacağız parkeye. Teşekkürler koç. Yolunuz açık olsun takımca, bu sezon yüzümüzü güldürdünüz umarım daha da güldürürsünüz.

Aybars Elmacıoğlu (@aelmacioglu)

28 Şubat 2015 Cumartesi

İNANDIK SİZE BU SENE!


Bana göre sezonun en kritik ikinci virajına girmiştik iki hafta önce oynadığımız Anadolu Efes maçıyla. İlk kritik virajı Top 16 başladığında ilk üç haftada skor açısından başarısız geçtik. Oyun anlamında bugünlerin sinyallerini versek de içeride oynadığımız CSKA ve Oly maçlarından mağlubiyetle ayrılmak ister istemez başarısızlık imajı oluşturdu kafalarımızda. Geçmiş yıllardan süregelen problemimiz ise bu durumlarda mental olarak çökmemizdi. İşte burada en büyük etken; Zeljko Obradovic. Takım bu iki kritik virajın arasındaki dönemde maç sonu oynama alışkanlığını da edinerek kayıpsız geldi Efes maçına. Efes maçıyla başlayan süreci daha önemli addetmemin sebebi, gruptaki sıralama açısından belirleyici maçlar olmaları(ydı). Ülker Arena'da yenildiğimiz CSKA maçından çıktığımız andan itibaren Rusya deplasmanında sürpriz yapabiliriz diyordum. Nitekim yaptık da. Bu tatlı sürpriz yanında CSKA'ya karşı ikili averaj avantajını da bize getirdi. Galibiyetin verdiği coşku ve mutlulukla biraz taraftar kokabilir bu yazı. Muhteşem bir zaferle döndük Moskova'dan. Emeği geçen herkese teşekkürler ve tüm takıma tebrikler diyerek girişi sonlandıralım.




Analiz kısmına geçmeden takımın mental olarak ayakta kalışına da kısaca yer vermek istiyorum. Önce içeride uzatmada kaybedilen CSKA Moskova maçı, iki hafta ardından son dakikalarda kaybedilen Olympiakos maçı ve ardından kayıpsız geçilen bir Top 16 süreci. Üstelik Malaga gibi deplasmanlarda son dakikalarına başa baş girilen maçlara rağmen kayıpsız atlatılan bir süreç bu. Takip edenler biliyor zaten ama gerçekten değinmeden geçmek Obradovic'in şu yaptığını anlatmamak içime sinmiyor. Euroleague'in bir hafta ara verdiği dönemde Türkiye Kupası oynandı. Şehir dışında olduğum için final maçı haricindeki maçları izleyemedim. Lig ve kupayı pek de önemsediğimi ve düzenli takip ettiğimi de söyleyemem. Hem evde olmam hem de finalin lig finalinde de muhtemelen rakibimiz olacak Efes'e karşı olmam hasebiyle final maçını izledim. Rezil bir maç oynadık. Bu sezon Panathinaikos deplasmanıyla beraber en kötü performansımızı sergiledik. Önemli olmasa da işin ucunda bir kupa vardı ve ligdeki en ciddi rakibimizle karşılaştık finalde. Takım yine buna takılmadı. Moskova'da takır takır oynayarak kazandı. We have Obra they don't diyerek bu kısmı da geçeyim ve analize başlayayım.




Cska'yı boğduğumuz bir ilk çeyrek izledik. Özellikle 10-0 başladığımız kısımda gerek hücumda gerek savunmada her şeyi neredeyse kusursuz yaptık. Periyodun bitimine 5.44 gibi bir süre kala 10-0'ı yakalamıştık. O dakikadan sonra hücumumuz biraz teklemeye başladı. Özellikle Bogdanovic harika bir ilk çeyrek (ve maç) oynadı, skor olarak çok ön plana çıkmasa da savunma aklıyla takımın bu kadar derli toplu olmasının ana sebebiydi bana göre. Gerek ribaund katkısı gerek savunmada yer alışı ve hamleleriyle sabahlara dek övgüyü hak etti genç oyuncu. Oğuz çok formda bir dönemden geçiyor ve biz de kendisinden maksimum verimi alıyoruz neredeyse. Periyot genelinde savunma olarak yumuşak kalabilecek bir beşle oynamamıza rağmen 10 sayıda tuttuk CSKA gibi bir takımı. Goudelock'ın neredeyse tamamında oyunda olduğu bir çeyrekten bahsediyoruz üstelik. Pivot pozisyonunda Oğuz ve Zoric'in sürelerin çoğunu aldığı bir ilk periyottan bahsediyoruz. Harika bir yerleşim vardı savunmada. Bje ve az önce de söylediğim Bogdan bu savunmanın ayakta durma sebepleri. Gou'ya yardım götürebilen Bje, Zoric ve Oğuz dışarı çıktığında pas yollarını kapatan Zisis ve Bogdan. Akıllı savunma yapan oyuncuları o kadar özlemişim ki tekrar tekrar yazıyorum. Top 16 başladığından beri bu takım Euroleague'in en iyi savunma takımlarından birine dönüştü ve hala hem hayretle hem hayranlıkla izliyorum bu durumu. Bu savunmanın üzerine çeyreğin yarısına kadar hücumda da spacing'i çok iyi ayarlayınca müthiş bir ilk çeyrek geçirdik. İlk çeyrek için Fenerbahçe Ülker adına düşülebilecek tek olumsuz not; Zisis ve Oğuz'un ikişer faul almasıydı.




İkinci çeyreğin sonunda skorun neredeyse dengelendiğini gördük. 37-39 idi skor devreye girilirken. Skor olarak dememin sebebi periyodun genelinde aslında takımı beğenmiş ve bu skoru hak etmediğimizi düşünmem. Yine de anlık dahi olsa konsantrasyon kaybının bu seviyelerde nelere mal olacağını da gösteren bir skor bu. CSKA'nın maçın içine girebilmesi ve maçın kontrolünü ele alabilmesi için skor üretmesi gerekiyordu. Özellikle kısaların etkin oyunuyla bunu başardılar da. İkinci çeyreğin ilk kısmında daha ziyade bire birler üzerinden Teodosic ve Weems ile oyuna tutundular. Ardından oyuna giren Nando De Colo maç boyu en etkili isimlerden biri oldu ve ikinci çeyrekte de hemen katkı vermeye başladı. Periyodun ilk bölümünde pas yollarını yine iyi kapattığımızı gördük. Buna rağmen CSKA hücumunu yeterince engelleyemedik. Bunun ana sebebi ise 2.25 kala İtoudis'in aldığı moladan sonra savunmada kısa süreli yaşadığımız konsantre kaybıydı. Bu molaya gelindiğinde skor 27-35 idi. Kalan 2 dakika 25 saniyede 10 sayı yedik. İlk çeyrekte bitime 4.32 kala Weems ile ilk basketini ve sayılarını bulan CSKA'dan 14 dakika 32 saniyede 37 sayı yedik. Çok iyi başladığımız maçtaki avantajımızı kaybettik özetle. Moladan sonra CSKA basketi buldu ve farkı altı sayıya indirdi. Sonraki hücumdan boş döndük. CSKA'nın hücum ettiği o pozisyon çok şeye mal oldu işte bize. Çok iyi enerji koyduk o pozisyonun savunmasında ve iki kere top çalmanın kıyısından döndük ama 1-2 saniyelik dikkatsizlik, köşedeki De Colo'nun boşken topla buluşup üçlüğü yollamasıyla cezalandırıldı. Maç bir anda 32-35'e geldi ve ardından Obradovic teknik faul aldı. Bir iki pozisyon sonra Kirilenko topu taşımaktan yorulsa da faul düdüğü geldi. Hakem tanıdık bir isim: Luigi Lamonica. Neyse hakem hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu krize rağmen fena bitirmedik periyodu. İlk yarıda ribaund konsantrasyonu inanılmazdı takımın. Maça nasıl motive olduğumuzu gösterir nitelikteydi ribaund pozisyonları.



3. periyot genelde olduğu gibi skor yükünün uzunlara bindiği bir çeyrek oldu bizim adımıza. 8.48 kala Bogdan üçleyerek kenara geldi ve son çeyrekte ancak oyuna tekrar dahil olabildi, 12 dakika kadar kenarda oturdu. CSKA'da da 3.13 kala De Colo üçleyerek kenara gitti. Artık kim daha az hata yaparsa o öne geçiyordu bu çeyrekte. Karşılıklı sayılarla yine başa baş geçti ve 58-59 girildi son çeyreğe. Oyunculara ayrı değinmek istediğim için burayı kısa geçiyorum.




Savunmaların ön plana çıktığı bir son periyot izledik genel olarak. Bogdan'ın girdiği bölüm yani 6.45 kala skor 62-63'e gelmişti, bu da savunmaların ön planda olduğunun göstergesi. Hines'ın daha aktif olduğu ve bizi ribaundlarda zorladığını gördük periyodun başında. İkinci yarıda ilk yarıya oranla ribaund konsantrasyonumuzun düştüğünü söyleyebiliriz. İtoudis 3 faulü olan De Colo'yu kenarda çok fazla tutmadı ve 8.16 kala oyuncu 4. faulünü de yaptı fakat İtoudis onda ısrar etti. Israr etmesini de anlayabiliyorum. De Colo maç boyunca başımıza en çok problem açan oyuncu oldu. Fiziğinden ötürü eşleşme problemi yaşatıyor zira. Savunmada Gou gibi defolu oyuncularımız da olunca savunmak hepten zor oluyor. Obradovic'in sık sık oyuncu değiştirdiği ve "ben buradayım, artık İtoudis'i yenmenin zamanı geldi." dediği bir periyot oldu. 2.27 kala De Colo, 1.17 kala Vesely beşleyerek kenara gittiler. Hala başa baş giden maçın en kritik ribaundunda Bjelica inanılmaz bir çabayla ribaundu çekti ve topu korumayı başardı. Ardından olanlar oldu ve Milos Teodosic çıldırdı. 45.6 saniye kala 72-74 giden maçtan diskalifiye edildi ve Bjelica serbest atış çizgisine geldi. 3/4 atınca ve Milos atılınca maçın kazananı belli oldu ama ikili averaj için taktik fauller geldi. Maç 75-81 sona erdi. Teodosic'in yaptığı akıl alır gibi değil onu da belirtelim. 45 saniye var ve fark iki sayı, ne gerek var? 



Bana göre maçın adamı Bogdan'dı. Parkede olması takıma çok ama çok şey katıyor. Hem savunmada hem hücumda. İki pozisyonda Bjelica'ya pas vermek için gereksiz bir kararlılık sergiledi onun dışında da hata yapmadı zira. Goudelock'ın hakkını da verelim. Artık ikili sıkıştırma geldiğinde eskisi gibi saçmalamıyor ve doğru adamı bularak kolay sayı bulmamızı sağlıyor. Pas yapamadığımız ve baskının üzerine yoğunlaştığı anlarda topu pat pat yere vurup sonra potaya savurmaktan başka bir opsiyon da oluşturuyor kendisine. Bunu törpülerse takım seviye atlar. O anlarda sıkıştık mı çare bulamıyoruz ve top genelde kendisinde oluyor. Alkışlar Drew'a gitsin diyelim. Maç genelinde yaptığı doğru tercihlerle keyfimizi yerine getirdi. VESELY. Koca yürekli bir adam. Alakasız olacak belki ama bana Tuncay'ı andırıyor inanılmaz eforu ve enerjisiyle. Çok ekstra katkılar sağlıyor takıma ve günden güne kendisini geliştiriyor. Son zamanlarda serbest atış çizgisinden daha iyi görüyoruz kendisini ve seviniyoruz. Maç ne zaman zora girse, momentum karşı tarafa kaysa devreye giriyor. Profesör Bjelica, ribaundlarda takımı ayakta tutan yegane isim. Bugün zaman zaman içeriyi çok zorlayıp boş da dönse özellikle ilk yarı harika oynadı. Oyun içi zaman zaman kopabildiğini biliyoruz. Bugün bunu da pek yaşamadı üçüncü çeyrekte kısa bir dönem haricinde. Milos atıldıktan sonra çizgiden 3/4 atarak maçı bize getiren sayıları da kaydetti. Semih kısa sürede kendisinden beklenen katkıyı yerine getirdi. Özellikle Vorontsevich'i poster ettiği pozisyon harikaydı. Zoric de gerekli katkıyı fazlasıyla verdi. Kritik yerlerde ribaund için savaştı ve savunma zaaflarını takımın da yardımıyla örtmeyi başardı bugün. Hücumda çok iyi bir bitirici olduğunu zaten biliyoruz ve orada da katkı sağladı. Savunmada problemli olduğu için savunma katkısı en azından savunmayı bozmaması çok daha önemli. Hücumda katkıyı veriyor zira. Hickman'ın önemini sakat olduğu dönemde daha iyi anlamıştık. Tecrübesiyle bile ciddi bir katkı sağlıyor takıma. Bir de çok bahsedilmeyen bir özelliği var; fast break ve transition savunmasında Avrupa'nın sayılı kısalarından biri. Bugün Hines'ın pozisyonuna ne güzel yetiştiğini hatırlarsınız ve bunu her maç yapıyor. Emir de öyle aman aman bir gününde olmasa da gerekli katkıyı verdi. Zisis formsuz bir dönemden geçiyor. Kendi standartlarının altında özellikle hücumda. Bu formsuzluğu atacağına inanıyorum ben.

Daha güzel galibiyetlerde görüşmek dileğiyle.

(Aybars Elmacıoğlu - @aelmacioglu)

27 Şubat 2015 Cuma

ŞAMPİYONLUK YARIŞINDA BUNDAN SONRASI

Son yılların en çekişmeli yarışı yaşanıyor Spor Toto Süper Lig'de bu sezon.Tabii tribünlerin ve sponsorların durumunu göz önüne alınca ortada bir çelişki olduğu hemen akla geliyor ama o başka bir yazının konusu olsun. Ligde 21. hafta itibarıyla Galatasaray 48, Beşiktaş 47 ve Fenerbahçe 46 puanda. Şampiyonluk yolunda takım oyunlarını, oyuncu yapılarını ve mental durumları kıyaslayınca Fenerbahçe'yi bir adımda görüyorum. Evet son iki iç saha maçında 5 puan kaybeden Fenerbahçe'yi favori olarak görüyorum. Peki neden? En temel gerekçem tabii ki de saha içi. Yani takım oyunları ve oyuncu yapıları. Galatasaray'a baktığımız zaman oyun olarak kırılgan ve kısır bir takım(gol olarak kısır değil, oyun olarak kısır). Beşiktaş ise oyuncu yapısı olarak kırılgan bir takım. Dün gece itibarıyla Liverpool'u da elediler ve yollarına devam ediyorlar Avrupa Ligi'nde. Bu da hem fizik olarak hem de mental olarak çok ciddi yoracaktır Beşiktaş'ı.

Galatasaray bu sezon Hamza Hamzaoğlu geldikten sonra 10 lig maçında 8 galibiyet alıp 2 kez de berabere kaldı. Çok ciddi bir istatistik bu. Ancak ben bu tabloya rağmen Galatasaray'ı beğenmiyorum. Bunu Fenerbahçeli olduğum için söylemiyorum. Gerçekten Galatasaray'ın ne oynadığını çok çözemiyorum. Genel olarak çözebilene de çok rast gelmedim. Ancak Hamza Hoca takımın başına geldiğinde birkaç pasla rakip kaleye gideceğiz demişti. Temel hücum felsefesi bu sarı-kırmızılı ekibin ve bunu gerçekten de başarıyorlar, özellikle de iç sahada. Üç büyük takım içinde ceza alanında en iyi çoğalan takım da Galatasaray. Bu konuda Fenerbahçe'den ve Beşiktaş'tan çok öndeler. Ancak takım savunmaları iyi değil. Bunda hem Hamzaoğlu'nun futbol anlayışı hem de takım yerleşiminin iyi olmaması etkili bence. Oynanması istenen futbol, oyunun üzerine kurulması gereken oyuncu ve eldeki malzeme çok ayrı birbirinden. Ciddi bir kadro planlaması sıkıntısı çekiyor Galatasaray. Sneijder üzerinden kurgulanması gerek sarı-kırmızılı ekibin dizilişinin. Ancak orta saha ve forvet yapısı bunun için ideal değil. Üstüne bir de Hamza Hocanın futbol anlayışındaki farklılık eklenince açıkçası bu "takım oyunu sıkıntısı" anormal durmuyor.  Hatlar arası mesafeleri fazla ve maç içinde zaman zaman takım boyu çok fazla uzuyor. Eğer iyi alan savunması uygulayıp doğru kontra ataklar yaparsınız sarı-kırmızılı ekibi dağıtmanız çok kolay. Buna rağmen sağlam bir takım iskeletleri var. Muslera, Semih, Chedjou, Selçuk, Melo, Sneijder ve Burak takımın omurgası ve bu isimler şampiyonluk yaşamış oyuncular. Mental anlamda yarışı rahat kaldırabilirler. Galatasaray'ı da bu omurga taşıyor zaten. Ancak ne kanatlarda ne de beklerde istikrar sağlayabildiler. Takımın kırılgan oyun yapısının bir faktörü de bu bana göre.

Geçtiğimiz hafta Ntvspor'daki 90+ programında Hasan Şaş çok güzel bir konuya değindi: Rakipler, Galatasaray'ı yenebileceklerini düşünüp ona göre sahaya çıkıyorlar, önlem alma işini ikinci plana atıyorlar. Beşiktaş ve Fenerbahçe'ye karşı ise tam tersini uyguluyorlar. Çünkü oturmuş ve belli bir sistemi var bu iki takımın dedi. Kesinlikle haklı. Rakipler Galatasaray'ı amiyane tabirle "küçük" görüp yenmeye oynuyorlar. Bu da Galatasaray'ın galibiyetlerindeki en ciddi faktörlerden birisi. Sonuçta karşınızda kaliteli isimlerden kurulu ve forması 110 senelik bir büyük takım var. Cezanızı kesmesi zor olmaz. Basit bir örnek durumu açıklayıcı olur sanırım. Galatasaray, Eskişehir deplasmanında çok kötü bir futbol oynadı. Özellikle de ikinci yarı tamamen Eskişehirspor'un hakimiyetinde geçti. Maçın son bölümlerine girilirken Skibbe risk alıp, 3 puanı düşündü ve ikinci bir forveti oyuna soktu. Galatasaray da bunu cezalandırıp aslında sürklase olduğu bir maçın sonunda 3 puanı aldı. Aynı Eskişehirspor, Beşiktaş maçına tamamen kontra atak taktiğiyle çıkıp, kağıt üzerinde 3-4-3 görünmesine rağmen savunmada 5-4-1'e bürünen sağlam bir savunma anlayışıyla maçı götürüp 3 puanı almıştı. Beşiktaş'ın bu sezon en etkisiz kaldığı maçlardan birisiydi bu. İki takıma, aynı takım hocasının ne kadar farklı yaklaştığını gözler önüne sermek için en güncel ve en yerinde örnek Eskişehirspor maçlarıydı sanırım. Benzer bir anlayışa Sivasspor maçında da maruz kaldı Galatasaray. 1-0 öne geçtikleri maçta Sivasspor oyunun hakimiydi ve henüz ilk yarı dolmadan defansif orta saha olan Kadir Bekmezci kenara geldi ve yerine Batuhan Karadeniz girdi. Orta alanda Adem ve Mehdi kaldı. Bu iki isim de Kadir'e göre daha yumuşak ve süpürücü özellikleri az olan oyuncular. Savunma yükünü çekmeyi çok beceremezler. Yani Sergen Yalçın önlem almayı, orta sahayı tutmayı değil de hücum etmeyi ve gol atmayı ilk sırasına almıştı.Yani Sergen Yalçın da Skibbe'nin hatasına düştü. İşte burada teknik-taktik kısımdan çok Galatasaray'a olan bakış önemli. Rakipleri sarı-kırmızılı ekibi yenmeye oynadıkça puansız ayrılıyor sahadan. Bu durum önümüzdeki haftalarda sürecek mi bilmiyorum ama şu an için çok ciddi bir belirleyici faktör olduğu tartışılmaz. Galatasaray'ın esas gücünün test edileceği maç Kadıköy'de oynanacak olan Fenerbahçe-Galatasaray derbisidir bana göre. Sarı-kırmızılı ekibin başına geçtiğinden bu yana Hamza Hocanın önlem alan bir oyun oynadığına henüz doğru dürüst denk gelemedik. Takım savunması, hatların mesafesi, doğru pozisyon alma, doğru hücumları yapma, sağlam savunma yapan rakibe karşı çözümler üretme gibi temel futbol disiplinlerinin ne kadarını uygulayabilecek Galatasaray açıkçası çok merak ediyorum. Hamza Hamzaoğlu açısından da çok ciddi bir sınav olacaktır bu maç.

Bir diğer rakibimiz ise Beşiktaş. Bilic geldiğinden bu yana derbi kazanamayan bir Beşiktaş var. Her iki derbiyi de deplasmanda oynayacak siyah-beyazlı ekip. Kafadan 0 çekerlerse bu maçlarda, şampiyon olabilirler mi? Açıkçası Fenerbahçe ve Galatasaray bu formunu sürdürürse imkansız. O yüzden bu derbileri farklı oynamak zorunda Beşiktaş. Yazının başında bir de oyuncu kırılganlığına değindim. Hem genç hem de şampiyonluk yaşamamış bir Beşiktaş kadrosu var. Özellikle de yerlileri içinde, ilk 11 futbolcuları arasında şampiyonluk gören isim yok sanırım. Bu Beşiktaş'ın en büyük sıkıntısı. Şampiyonluk her zaman kritik dönemlerindeki psikolojik eşikleri aşmakla kazanılır. Dünyanın her yerinde istisnai sezonlar dışında bu kritik eşikler hep yaşanır. Eğer bu dönemleri güçlü bir şekilde aşamazsanız hiç şansınız kalmaz. Beşiktaş ne yapacak? Açıkçası elini kolunu sallayıp şampiyon olabileceği bir ortam yok. Son haftaya kadar bu yarış gidecek gibi görünüyor. İç saha gibi bir avantajları yok, derbi fobileri var, Avrupa'da devam ediyorlar ve tecrübesizler. Bu kadar sebep şampiyonluk kaybetmeye yeter de artar bile. Ancak bu dezavantajlara rağmen saha içinde sağlam bir takım oyunu oynayan, son düdüğe kadar savaşan, taktik disipline önem veren bir Beşiktaş var. Bunlar da en güçlü yanları. Kapanan takımları açma adına çözüm üretip lig-avrupa dengesini ayarlayabilirse Bilic, şampiyonluk gelir. Ancak bu kadar sıkıntının nasıl üstesinden gelecekler veya gelebilecekler mi merak ediyorum.

Gerek takım oyunu, gerek oyuncu yapısı ve gerekse de mental faktörleri bir araya getirdiğimizde en sağlam takım Fenerbahçe. Deplasman ve iç saha maçları için ayrı ayrı oyunlar sahaya koyuyor. Takım tecrübesi ve oturmuşluğu çok yüksek. Ayrıca iki derbiyi de iç sahada oynayacak. Peki liderden 2 puan geride olmak ne olacak? Deplasman fikstürüne bakınca önümüzdeki 3 maç sırasıyla Torku Konyaspor, Gençlerbirliği ve Çaykur Rizespor. 3 maçlık iç saha fikstürü ise Galatasaray, Beşiktaş ve Bursaspor. Ne kadar zor bir fikstür olduğu aşikar. Ancak buradan gelebilecek 18 puan şampiyon yapar. Deplasmanlarda kazanan bir Fenerbahçe var son haftalarda. Ancak son iki iç saha maçında neredeyse tek kale oynamasına rağmen 5 puan bıraktı sarı-lacivertli ekip. Özellikle de Akhisar maçı ciddi bir ivme kaybı yaşattı takıma. Hem takımda hem de taraftarlarda ciddi bir moral bozukluğu yaşanıyor. Hatta şimdiden şampiyonluk gitti diyen azımsanmayacak sayıda taraftar var. Ben bu kadar kötümser değilim. Sezon başından beri düşündüğüm şey hala geçerli: Bu ligin anahtarı Fenerbahçe'de. Şampiyonu biz belirleyeceğiz. İpler bence hala elimizde. Ancak Akhisar maçıyla ilgili iki durum korkutuyor beni: Birincisi takımın ikinci yarı düdüğüyle birlikte ciddi anlamda telaşa kapılması ve anlamsız hücumlar yapması. Birçok pozisyonda acele edip yanlış seçimler yaptı oyuncular. İkinci olarak da takımın son 20 dakikada oyun disiplininden tamamen kopması. İnanılmaz derecede oyundan koptu Fenerbahçe ve bilinçsiz hücumlar birbirini kovaladı. Savunma ile hücum hattı arasındaki mesafede adeta cirit attı Akhisar Belediyesporlu oyuncular. Carlos'un da cesur hamleleri 3 puanı kaybettirdi bize. Bu iki sebep zorluğu artan, gerilimi tavan yapan son haftalardaki maçlara korkuyla bakmama neden oluyor. Böylesine oyun alışkanlığı olan, oyun ve pozisyon tecrübesi yüksek bir takımda yaşanmaması gereken sıkıntılar bunlar. Eğer önümüzdeki iç saha maçlarında yine bu durumlar yaşanırsa şampiyonluğa ulaşamayıp erken bir vakitte de havlu atabiliriz. İsmail Kartal'a çok iş düşüyor kalan haftalarda. Formsuzluklar bence bir şekilde çözülecektir ama takımın genelinin sorunu olan bu tip sıkıntılar çözülmezse 4. yıldız gelecek seneye kalabilir.

Her şeye rağmen avantaj şu anda 3. sırada görünse de bence Fenerbahçe'de. Zaman kimi haklı çıkaracak? Kupa İstanbul'un hangi ilçesine gelecek? Tüm bu sorular sanırım 13 hafta daha yanıt bulmayacak. Avantajlarımızı kaybedip şampiyonluk vermek konusunda üstümüze yok ne yazık ki. Umarım bu sezon bir kez daha tekrarlamayız geçtiğimiz senelerdeki hatalarımızı. Yolumuz açık olsun.

(Sokriston)

15 Şubat 2015 Pazar

ANADOLU EFES - FENERBAHÇE ÜLKER MAÇ ANALİZİ

İki takım için de önemi yüksek bir maç oynandı dün akşam Abdi İpekçi'de. Grupta ilk dört takım yani çeyrek final oynayacak takımlar aşağıdaki takımlardan biraz ayrılmış durumda. Efes 4-3 durumda altında Laboral Kutxa 3-4 ile takip ediyor fakat onlar da hep altındaki takımlara karşı kazanmış durumda. Bu maçın önemi grupta üçüncülük için bir adım öne çıkmak ve ikinciliği zorlayabilmek diyebiliriz. Üçüncü olmak bile değerli zira karşıdan yüksek ihtimalle birinci çıkacak takım Real Madrid. Durum böyle olunca, üste bir de yerel rekabet söz konusu olunca başa baş bir maç izledik. Parkedeki oyundan çok sonuç istiyordu iki takım da, haliyle taktik savaşına da döndü maç.

Anadolu Efes; Doğuş, Janning, Cedi, Saric, Krstic beşiyle, Fenerbahçe Ülker; Zisis, Goudelock, Bogdanovic, Bjelica, Semih beşiyle çıktı parkeye. Savunmaların ön planda olduğu, iki takımın da biraz birbirlerini tarttığı bir başlangıç izledik ilk periyotta ilk beşler sahadayken. Efes özellikle Fenerbahçe kısalarını baskılı savundu. En başta da Doğuş Gou'ya yaptı bu savunmayı. Doğuş oyundan çıkana kadar zaman zaman Gou'ya top dahi aldırmadığını gördük. Kısa oyuncularımız kilitlenince skor bulmakta da zorlandık. Fenerbahçe ise öncelik olarak Efes'i pota altında durdurmayı tercih etti. Doğuş'un oyunda olması Efes'i neredeyse 4 kişi bırakıyor zira hücumda. Etkili savunmalar, hücumdaki takımları top kaybına zorladı çeyrek genelinde. Doğal olarak skor açısından kısır bir periyot izledik. Aslında serbest atış çizgisinden daha yüzdeli atabilsek biraz daha skor bulabilirdik. Efes takım faul hakkını ilk periyodun bitimine 5.50 kala bitirdi, biz de bundan biraz da olsa faydalandık ve çizgiye gittik birkaç kere. Periyot boyunca toplam 6-7 basket oldu zaten. Sayıların ciddi bir bölümü çizgiden geldi.






İkinci periyot ilk periyodun aksine hücumların daha ön planda olduğu bir çeyrek oldu ve karşılıklı serilerle başladı. Emir'in etkili oyunu ve Hickman'ın dönüşü bizim adımıza hücumun daha iyi işlemesini sağladı. Efes'te de Heurtel'in oyuna dahil olması ve Lasme'nin pota altını kapatması hücum verimliliğini arttırdı. Emir ve Heurtel de pnr oynamaya başladı, perde çıkışı doğru oynayan takım sayıya ulaştı genelde. Vesely ve Lasme sahada olunca iki takım da savunmada genelde switch yaparak oynadı haliyle. Emir'in perde sonrasında doğru oyunlarıyla ve uzunların performansıyla sayıya ulaştık genelde. Perde sonrası pozisyonları bozulan savunmaya karşı da ters eşleşmeyi aradık zaman zaman ve bundan da verim aldık. İkinci periyodun bitimine 6.20 kala Bje ilk kez kenara geldi ve yerine Oğuz oyuna dahil oldu tekrar. Oğuz'un oyunda kaldığı 2.5 dakika Fenerbahçe savunması adeta acı çekti. Her pozisyonda savunmanın dengesini bozdu Oğuz. Her switch sonrası ayaklarının yavaşlığından ötürü büyük açıklar verdik neredeyse. Obra da müdahale edip Semih'i oyuna geri aldı. Efes tarafında da bu sorun Krstic oyundayken görüldü. Bitime 2.25 kala Krstic oyuna döndü. Hemen ardından ilk pozisyonda Hickman turnikeyi bıraktı, ondan sonra -Semih üçleyince tekrar oyuna dahil olan- Bje Krstic'le karşı karşıya kalınca pozisyonunu yarattı ve isabeti kaydetti şutunda, ondan sonraki pozisyonda topu çaldık ve Hickman'ın harika pasını Vesely sayıya çevirdi. Bu üç pozisyonda da Krstic'in savunma zaafı sayesinde sayıyı bulduk. Özellikle Vesely'nin pozisyonunda Efes topu kaybettiğinde Krstic bir iki saniye kadar donuyor sonra uyanıyor ve geri koşmaya başlıyor fakat yetişemiyor beklendiği gibi.



Üçüncü çeyrekte; Efes adına Draper, bizim adımıza Bje biraz daha ön plana çıkan oyuncular oldular. Periyodun hemen başında Bogdanovic ribaundu aldıktan sonra Saric'in ayağına basınca ayağını burkarak kenara geldi ve oyuna tekrar dahil olamadı. Bu arada 2 hafta kadar oynayamayacakmış Ligtv'nin sitesinde okuduğuma göre. Bu sakatlık moral bozdu tabii, planları değiştirmek durumunda bıraktı Fenerbahçe'yi. Bogdan pek etkili bir maç çıkaramadı ama hiçbir şey olmasa spacing anlamında ciddi katkısı oluyor. Ki kötü gününde bile akıllı oynadığı için belli bir fayda sağlıyor takıma. En olumsuz şey ise çeyreğin bitimine daha 6 dk kala faul hakkımızı doldurmamız ve Semih ile Vesely'nin dörtlemesi oldu. Açıkçası son çeyrek öncesi iki sert uzunumuzun da dörtlemesi ve kısa oyuncularımızın oyuna girememesinden ötürü benim umudum kırılmıştı. Neyse ki korktuğum gibi olmadı. Bogdan sakatlanınca Kenan da forma buldu. En azından hücumda biraz da olsa katkı verdi bu sefer. Yine başa baş geçen çeyreğin sonucu Bje son saniye basketiyle belirledi ve son çeyreğe 1 sayı önde girdik böylece.





Son çeyrekte Efes'i özetlemek için Heurtel diyorum. Efes'in 18 sayısının 10 sayısını kaydetti son çeyrekte. En dominant maçını oynadı Efes forması altında. Duda pivotsuz başladı periyoda. Fenerbahçe Semih ile başlasa da 2 dakika sonra Semih beşleyince Zoric ilk kez forma buldu maçta. Efes kontrolü elinde tutan taraf oldu Vesely oyuna dönene kadar. 4 sayı gerideyken Vesely tekrar oyuna dahil oldu ve hemen etkisini gösterdi. Girer girmez basketi buldu ardından da savunmada topu çaldı. Takımın biraz uyumaya meylettiği anlarda direkt diriltiyor ortamı enerjisiyle. Çok iyi karakter bu anlamda. Heurtel'in el üstü şutları psikolojik olarak da maçı Efes'e yaklaştırıyordu. Bu noktada maç boyu pek etkili olamayan Zisis üçlük isabeti buldu ve takıma nefes aldırdı. Maçın son dakikasına girilirken Heurtel kenara geldi. Güzel bir set sonucu Efes müsait durumdaki Perperoglou ile üçlük isabeti bularak tekrar öne geçti. Mola dönüşü ise 31.5 saniye kala Gou inanılmaz bir üçlükle takımı tekrar öne geçirdi. Efes'e sayıyı buldurmayınca sonraki hücumda Hickman'ın da serbest atışlardaki soğukkanlılığıyla maçı aldık.




Kaybedilen CSKA ve Olympiakos maçları sonrası takımın tekrar ayağa kalkması mental olarak katedilen yolun kanıtı. Ciddi maç sonu tecrübesi de kazandı takım. Gerek Malaga deplasmanı gerek içerideki Laboral maçı gerekse dün oynanan Efes maçında da bunu gösterdik. Üstelik Bogdan sakatlanmış, son çeyrek başlamadan iki önemli uzun dörtlemiş ve kısalar etkisiz oynuyor, hal böyleyken daha da etkileyici oluyor. Zisis hiç gününde değildi fakat son bölümde en kritik şutlardan birini kullandı. Bu karakterdeki oyuncular çok değerli. Özlediğimiz karakteri takımda görmeye başladık bu sezon. Emir'in ve Gou'nun savunmadaki eforunu da belirtmek lazım. Özellikle Emir gerek savunmada gerek hücumda cidden harika bir maç oynadı ve maçı bize getirdi. 



Son olarak değinilmesi gereken bir nokta da Duda'nın Heurtel'i 55 saniye kala kenara alması ve orada unutması. Gou üçlük isabeti kaydettikten sonra neden almadı Heurtel'i oyuna tekrar anlayamadım. Obra maç sonunda taktik anlamda maçın galibi oldu eski koçuna karşı. Durum 17-17 aralarında. Yeri geliyor Pop bile böyle hatalar yapıyor gerçi 2013 Nba finallerinin 6. maçı hala akıllarda.

Aybars Elmacıoğlu (@aelmacioglu)

4 Ocak 2015 Pazar

GOUDELOCK VE BIBA İLE OYNAMAK

Basketbolda oyun kurucu ve pivot mevkiilerinin öneminden hep bahsedilir. Kısmen doğrudur da. Yine de basketbolun birçok spor disiplinine göre daha çok "takım olma" nosyonunu içerdiği malumunuz. Bu yüzden oyun düzeninde sadece bir mevki bile aksadığında planlar istediğiniz gibi gitmeyebiliyor. Şöhretli oyuncularla döşeli bir ilk 5 veya 12 kişilik kadronun sizi başarıya götürmesi ancak bu şöhretlerin görev paylaşımını iyi yapması, iyi paylaşması, iyi takım olması ile mümkündür. Bu böyle olmasaydı Kobe Bryant, Steve Nash, Ron Artest, Pau Gasol ve Dwight Howard'lı LA Lakers kadrosunun tereddütsüz başarılı olması gerekirdi. Ya da bu seneki Bayern Münih, Unics Kazan, EA7 Milano takımlarının da Euroleague performanslarına bakarsak kadrolarının hakkını verememiş olduklarını görebiliyoruz. Elbette bu konu hakkında vermek istediğim mesaj "iyi oyuncular alın ve sonra onların iyi takım olmasını bekleyin" değil. Kilit nokta aslında bu kadroyu kurma aşamasında oluşacak takım kimyasını öngörmekte başlıyor. Transfer komitesi, genel menejer, koç doğrultusundaki sezon öncesi planlaması bu yüzden çok önemli. Basketbolda daha da önemli. Tabii ki işler bununla da bitmiyor. Daha sonra kadroya en uygun basketbol oyunlarını oynatmak koça düşüyor. Basketbol koçlarını efsane yapan da bu sebeptir.

Bu girizgahı Fenerbahçe Ülker ve Fenerbahçe Kadın Basketbol takımının birer problemi için yaptık. Fenerbahçe Ülker'den başlayalım. Basketbolda kısa forvet pozisyonuna çok önem verdiğim yakın çevremce bilinir. Çünkü bir takımın üç numarası her işten "en azından" biraz biraz yapabilmeli, fundementalı yüksek olmalı. Fenerbahçe Ülker'in klasik düzeni ise 3 guard ve 2 forvet üzerinde şekilleniyor. Yani 1 numarada oynayacak olan Kenan Sipahi, Nikos Zisis veya Ricky Hickman'ı saymazsak Bogdan Bogdanovic ve Andrew Goudelock 2 ve 3 numaraları oluşturuyor ve bu ikili yaklaşık 30'ar dakika süre buluyor. Her ne kadar sezona formsuz bir giriş yapmış olsa da (Dünya şampiyonasında oynayan diğer oyuncularımız için de geçerli idi bu durum) Emir Preldzic'in süresinin epey bir kısalmasına neden oluyor bu durum. Obradovic Bogdan ve Andrew ikilisinden hangisine daha "forvet" görevleri veriyor ya da böyle bir görev veriyor mu bilemiyorum fakat bu ikili aldıkları 60 dakikada "toplam" 5 asist ve 5 ribaunt yapabiliyor. Oysa ki CSKA'da Sony Weems bu istatistikleri tek başına yapabiliyor. Kadromuzda Emir varken ve çok büyük bir sıkıntısı yoksa muhakkak Goudelock ve Bogdanovic'in süresinden 3'er 5'er çalması ve minumum 25 dakika sahada kalması gerekiyor. Tabii ki Zisis, Emir gibi oyuncuların hücumda eline top değdirmemiz gerektiğini vurgulayalım. Aksi takdirde etkinlikleri ve verimlilikleri düşük kalacaktır, kaldı.

Fenerbahçe kadın basketbolunda ise kadro Tina Charles ve Angel Mccoughtry'nin becerileri üzerine kurulmuş durumda. Elbette ki bu iki oyuncu size şampiyonluklar getirebilir fakat bu iki oyuncunun yokluğu için de bir B planı olmak zorunda. Agnieszka Bibrzycka bu seneki Fenerbahçe kadrosunda kritik bir role sahip. Geçen senelerde Cappie Pondexter'ın verdiği katkı kadar olmasa da ona yaklaşmalı. Oysa ki çok da forvet özelliği olmayan Biba'nın çoğu zaman Angel ikamesi olarak kullanılması Fenerbahçe'nin hem bire birde hem de ribaunt savaşında bir adım geriye düşmesine sebep oluyor. Kübra Siyahdemir yetersiz, Cansu Köksal ise tecrübesiz bu pozisyon için. Tuğba, Birsel, Olcay, Bojovic ise hiçbir şekilde şut tehdidi yaratamıyor. Bu durumda savunulması pek de zor olmayan bir takım ortaya çıkıyor. Bu durumda Biba'nın 2 numara pozisyonu için ısındırılması hiç değilse istikrarlı bir şut tehdidi olması gerekiyor. Tina Charles ve Angel'ın yerlerinin garanti olduğu düşünülürse 4 numarayı Tuğçe ve Hollingsworth, 1 numarayı da Birsel ve Olcay ile kapatmak, Tina'yı N'dour ile, Angel'ı Cansu ile yedeklemek takım adına en iyisi olacaktır. Bojovic'i sadece Avrupa maçlarında kullanmak en makulu olarak görülüyor. 

yazar: Dmitri Fedorovic